Mars’ta hayat olmasa da olur
Bazen bir şiir kitabını okurken, o kitapla bağlam ilişkisi olan ya da olmayan bir imge dolaşır durur zihninizde. Özgür Ballı’nın ‘Kaçıncı Tekil’ini okurken, nedense ‘Mars’ta hayat var mıdır?’ sorusuyla, olsa ne olur olmasa ne olur, bana ne, umursamazlığı arasında gittim geldim bir süre. Sanıyorum bunun iki nedeni var. İlki, şiirlerdeki çağrışım zenginliği, sarmal şeklinde kurulmuş güçlü imgeler. Çağrışımlar güçlü olunca, sizi sürükleyebileceği yeri baştan sınırlamak mümkün olmuyor. Hem zaten niye sınırlayalım ki? İkincisi ise, burayı, yani bizim ihtiyar yerküreyi ve onun bir parçası olan bu distopik, akıl almaz coğrafyayı belli açılardan iyi tanımlamış olması. İnsan en yakınındakinden başlar ya sevmeye, sadece sevmeye değil, aynı zamanda ölmeye; öyleyse Mars’tan bana ne?
Örneğin, ‘Başlangıç Noktası’ adlı şiirdeki “buradan geçmiyor buradan hiçbir şey/ teneke kutular ve kaplumbağa, ezilmiş” dizelerinden başlayıp, şiirin devamındaki “yol ağzında birikmiş, naylonlar poşetler/ bir kolu kopmuş oyuncak bebek/ gider gitmezmiş, açılmıyor içim bir türlü” dizelerine ulaştıktan sonra, tarif edilen yerin Türkiye olduğundan kuşku duymuyoruz. Herhangi bir sokak, herhangi bir mahalle olabilir, fark etmez. Ancak mekanı sınırlandırıyor Özgür Ballı. Bir kışlanın girişine götürüyor bizi: “kışlanın girişi, buradan geçmiyor, bir sürü kış…” O sınırlama, anlamı genişletiyor aslında. Çünkü ülkenin tamamı zaten yüzölçümü geniş bir kışla değil mi?
Aynı zamanda devasa bir şantiye. Yani devasa bir kaza yeri! “çay molaları üç saatte bir on dakikayı geçmeyecek/ maskeni çıkarma laftan anla beni unutma.” ‘Kazara’ adlı şiirdeki bu dizeler bir süre sonra açımlanıyor; çay molalarını üç saatte bir on dakikayla sınırlandıranların zaten unutulmayacağı gerçeğiyle yüzleştiriyor bizi. Beni unutma, uyarısını yapmalarına bile gerek yok aslında. Hep hatırlanacaklar. Ama şantiyenin üstünde değil, düşülen yerde, aşağıda, muhtemelen iç organlarının parçalandığı beton zeminde hatırlanacaklar. “düşürdüm içimden böbrek taşları/ karaciğerimi düşürdüm, yağlandım, ciğerin biri pert/ öbürünün adını gülüşün koydum/ dayanamıyorum, çalışırken bakmayın şu telefonlarınıza/ kamyon gelmiş vinci hazırlayın beni buradan kaldırın”.
‘Kaçıncı Tekil’de yer alan şiirlerin büyük kısmında ya doğrudan ya da uzak çağrışımlar aracılığıyla iki önemli mesele ön plana çıkıyor: Ötekileştirilme ve kutsallar. Şair de ötekileştirilenlerden biri. En azından, Platon’dan beri. Öncesi de var elbette ama açık açık şairi ‘Devlet’inden kovan ilk filozof Platon. Özgür Ballı, tarih boyunca Platon’a şairlerin verdiği cevabı bir kez daha dillendiriyor: “nereye sürerseniz sürün yurdum burası/ yok saysanız da varım, her şeyin farkındayım”. Yurt, yalnızca yol ağzında birikmiş, naylonlar, poşetler, bir kolu kopmuş oyuncak bebeklerle dolu, sarma tütünlerini ve bozkırlarını sevdiğimiz bu coğrafya mı? Elbette bununla sınırlı değil. Şairin asıl yurdu dil’dir. Zaten yaşadığı yerden, yani somut yurdundan kovulmasına neden olan da yarattığı yer, yani soyut yurttur. Çünkü tarihin her döneminde, her iktidar ilkini kontrol altında tutabilmiştir; ikincisini asla!
KALBİMİZ GÜZEL!
Gündelik dilin kelimelerini, dilin sıradanlığının dışına taşıyarak yeni savrulma alanları yaratmış Özgür Ballı. Mesela “… dünya dönen bir şeydir ve/ aşağıya doğru penguenler var/ kaygıları var, kalabalıkları, toplumsal/ gelip gidenler geçip gittiler…” dizelerinde olduğu gibi, yer yer pamuk ipliğine bağlı bir bağlam kuruyor. Oluşturduğu bu görüntü, dizelerin birbirinden kopukmuş gibi algılanmasına neden olabilir ancak, şiirin bütünü ele alındığında ve “olsun yenildim ama benim de kalbim güzel” dizesiyle birlikte düşünüldüğünde, dünyanın, o dönen şeyin içinde yaşadığımız trajedi daha açık biçimde ortaya çıkıyor. Hep yeniliyoruz ama pek de önemli değil bu. Çünkü bir avuntumuz var: Kalbimiz güzel!
Gelelim kutsallara. Dönüp dolaşıp onları sorguluyor, hayatımızı zindana çeviren toplumsal kuralları sağından solundan çekiştirip esnetmeye/ yıpratmaya çalışıyor Özgür Ballı. “buradan çıkmak lazım dört yanımız kurallarla çevrili/ duvarlar varlar biliyorlar işte bize küçükken öğrettikleri/ gusül almadan evden çıkılmaz mesela ekmek yere düşmemeli/ öpüp kaldırılan ne varsa içimizde yük, babaların elleri/ paranın gücünü biliyorlar ve onun etrafında dönüyorlar” dizeleri, doğrudan bir sorgulama içeriyor. “öpüp kaldırılan ne varsa içimizde yük” söylemi hem şairin ne’liği hakkında doğrudan bir tanım içeriyor hem de Platon’un ve devamındakilerin şairi neden devletin dışına sürmeye çalıştıklarını açık biçimde gösteriyor. Şairin kutsalı olmaz! Varsa da, sadece ve sadece sözcüklerdir şairin kutsalı. O yüzden baştan aşağı üzgündür şair: “-on üç yaşında bir kız çocuğu/ -çiçekli elbisesiyle yirmi yedi bir kadın/ -töre, örf, kıskançlık, namus; bahaneniz batsın/ -tetiğin çekildiği, bıçağın bilendiği karanlık/ -baştan aşağı üzgünüm.”
Bu üzgünlük hali, insanı pasifliğe sürükleyen bir duygu durumu değil. İnsanın kendini üzgünlük sarmalına hapsetmemesi gerektiği, “bir düzen var ya hani cız herkesin bildiği şu anki düzen/ o bozulsun istiyorum zaten olmayan huzurumuz kaçsın” dizeleriyle veriliyor, ancak, agresif söylem, bir mücadele/ müdahale ekseninde biraz daha sertleşiyor: “her şeyi kendimizle alakalı sanıyoruz hırslarımız kocaman/ kelebekleri falan kurutuyoruz avuçlarımızı sıkmak/ ilginç geliyor bana öpüşmenin icadı, ilginç değil mi/ üst üste tekrar edildikçe anlamın kaybolması/ bazı denizlerin üzerinde gökyüzleri var/ mesela yeşil batsın olsun ne olacaksa”.
Şu andaki düzeni kuran ve kollayanlar, içimize bu “yük”leri, yani, öpüp yerden kaldırılan şeyleri dolduranlar değil mi zaten? Tetiğin çekildiği, bıçağın bilendiği karanlığın müsebbipleri. Öyleyse, olmayan huzurumuz kaçsın, yeşil batsın, ne olacaksa olsun artık, demekten başka çare var mı? Bu bağlamda, “hepimize insan demek gerekmez” dizesi, hiç de boşuna yazılmış bir dize değil.
Hepimiz “payıma düşenden fazlasını çektim bir nefeste içime” diyorsak, üstüne üstlük, “savaşta ve barışta en çok savaşta/ üstüm açık uyuyorum yorganı çekme” demek zorunda kalıyorsak bu ihtiyar yerkürede, dönüp dolaşıp, kitaptaki ‘İşte Bu’ adlı şiirin final dizesine geliyoruz ister istemez: “marsta hayat olmasın.”
Burası için elimizden bir şey gelmedi, bari Mars’ı koruyalım bizden!